Hicri Köroğlu
Mesaj ve Tartışma Panosu
1962 yılında eğitim için Amerika’ya geldi.
Minessota (ABD) Ünersitesinden makine mühendisliği diplomasını aldıktan
sonra Californiya Üniversitesinde feza dinamiği üzerine ihtisas yaptı.
Otuzdört yıllık bir iş hayatından sonra, 2002 yılında bilgisayar teknoloji
müdürlüğü yaptığı şirketinden emekli oldu.
Editöre yanıt vermek veya
konu hakkında düşünce eklemek veya eksik olan bir bölümü tamamlamak için lütfen
Mesaj Panosu'nu kullanın.
|
|
İZLENİMLER
Türkiye’ye her dönüşümde değişen ve
değişmiyeni izler, 40 yılı aşan ayrılığın penceresinden parça parça
gelen görüntüleri birleştirip bir bütün yapmaya uğraşırım. Bunun çok
zor bir şey olduğunu bilmeme rağmen, bu alışkanlıktan bir türlü vaz
geçememişimdir.
Ülkede iki aya yaklaşan ve bir hafta önce sona eren ziyaretimden bazı
izlenimleri sizlerle paylaşmak isterim.
İnsan İlişkileri: Türk kültürünün en iyi özelliklerinden biri,
insanların “sıcaklığı” ve misafirperverliğidir. “İlişkilerin eskisi
gibi olmadığı” sık sık ve üzüntüyle dile getirilen bir sitem olmasına
rağmen, insan ilişkilerinde Amerika’yla kıyas edilemeyecek bir
sıcaklık ve samimiyet vardır. Türkiye’yi bu ziyaretimde de, yukardaki
siteme rağmen, insanlarımızın sıcak kişiliklerini koruduklarını
mutlulukla izledim.
Uzun yıllar önce bizim şehrin Ulusların Festivali’nde genç bir Alman
bayan Türkiye’de gördüğü sıcaklığı ve misafirperverliği düşündükçe,
Almanlar’ın Türklere karşı tavrının kendisini ne kadar utandırdığını
söylemişti. Türklerin “sıcaklığını” Türkiye’yi gezen Amarikalı
arkadaşlar da vurgular. Umarım ki kültürümüzün temellerinden biri olan
bu özellik, “modernleşmenin” bir kurbanı olmaz.
Komple Teorileri: Türkiye dünya komple teorilerinin bir odak noktası
olarak göründü bana. Bizim toplum, dünyada her olan bitende (zelzele
gibi doğal afetler dahil) Amerika’nın parmağını görüyor. Bu teorilerin
çoğu, esasında Türkiye’de ortaya atılmış değil, fakat, gördüğüm
kadarıyla, bizim insanlar bu teorileri çok benimsemiş.
Bana ilginç gelen bu kompleler arasında SARS’ın Amerikalılar
tarafından geliştirilen bir mikrop olduğu, Bingöl zelzelesinin
nedeninin Irak’a atılan bombalar olduğu, 11 Eylül’ü Amerikalıların
kendileri yaptığı, ve tezkerenin geçmemesinin bir Amerikan planı
olduğu vardı. Baştan bunları pek önemsememiştim ama, ülkenin ileri
gelen bir gazetesinde okurların komple teorilerini yayınladığını
görünce, üzüldüm. Zelzelelerde yerle bir olan binalar yapan
inşaatçıların avukatı olsaydım savunmayı şöyle yapardım: “Kardeşim,
yaptığımız binalar zelzeleye dayanıklı, fakat Amerikan bombasına ne
dayanır!”
Şehirler Arası Otobüsler ve Dolmuşlar: Bence, Türkiye’yi ve Türkleri
tanımak demek, otobüsle ve/veya dolmuşla yolculuk yapmak demektir;
özellikle hava alanı olmayan yerlere. Otobüs yolculuklarında ülkemizin
her kesiminden gelen 35-40 kişinin kaderi, geçici olsa bile, birleşir.
Kişiler arasındaki sohbet, okunan gazeteler, ve muavinin hüzünlü
bakışlar ve alçak gönüllülükle yaptığı servis, toplumumuza açılan bir
pencere gibidir.
“Dinlenme tesislerinde” sıralanan son model otobüsler ve ilkel köy
yollarıyla günlük çaba içinde olan dolmuşlar, ülkemizin yetersiz
yollarına meydan okur gibidir. Bütün güçlüklere rağmen taşımacılıkta
bu kadar ileri olmamız, enerjimizin ve yaratıcılğımızın bir
simgesidir.
Okumamamız: Bir ülkede komple teorilerin çokluğu, belki de o ülkenin
okumayla pek arası olmadığının bir belirtisidir. İzlediğim kadarıyla,
televizyon veya başkalarından (özellikle inanılan komple teorilerine
uyuyorsa) duyduklarına soru sormadan inanmak halkımızın göze batan bir
özelliği olmuş. “Televizyondan duydum“, “filmini gördüm”, veya “bir
arkadaş söyledi”, tanıdıklarımın inandıklarını doğrulamak amacıyla en
çok tekrarladıkları sözlerdi. Örneğin, Oliver Stone’nın “Geceyarısı
Ekspres’ini” saçma bulan arkadaşlar, aynı kişinin yaptığı “Kennedy”
filmine içten inanmışlardı.
Okumada zorluk çeken köylü akrabalarımla, üniversite mezunu
arkadaşlarım arasında dünya olayları açısından büyük bir görüş
ayrılığı yoktu. Değil madalyonun her iki tarafına da bakmak, izlediğim
kadarıyla, madalyonun tek bir tarafına bile bakmaya üşenen bir toplum
olmuşuz.
Tarih ve Doğa: Türkiye’nin zengin tarihi herhalde ülkenin muhteşem
doğasına borçludur. Türkiye’nin doğası, her türlü saldırıya rağmen,
hala güzelliğini koruyor. Doğanın bu direnişi, bütün yolsuzluklara
rağmen ülkenin hala ayakta kalmasına benzer. Ekonomide olduğu gibi
doğa konusunda da bir ikilem var. Yolsuzluktan şikayetçi arkadaşlar,
yaşamları için kendilerinin de “biraz da olsun” yolsuzluk yapmaları
gerektiğini savunuyorlar. Doğanın betona kaybedildiğden şikayet
edenler, fırsat buldukça aynı betonlaşmayı kendileride yapıyorlar.
Türkiyenin, kalıntılarla belirlenen, en az on bin yıllık bir tarihi
vardır. Bu kalıntılardan birini, Hasankeyf’i, ilk kez bu defa gördüm.
Beldedeki sessizliğin nedeni yakında sular altında kalacağının
bilinçliliğiydi? Yoksa Hasankeyf, tarihin her döneminde sessiz kalmayı
mı seçmişti?
Hasankeyf’i üzüntüyle hatırlarken, yeniden canlanan Pamukkale’yi
görünce ümitlendim. Bu sevincim, Hasankeyf’in “kurtarılmasının”
düşünüldüğünü okuyunca daha da arttı. Adıyaman’daki Nemrut Dağı
kalıntıların da onarıldığını duyunca sevincim iyimserliğe dönüştü.
Türkiye’nin doğa ve tarihene bakıpta kötümser olmak bence mümkün
değidir.
Televizyon: İleri gelen bir Romanya’lı yazar, biz Batı kültürünün
özünü bilmeden, havasını civasını kopyalıyoruz demiş. Bu deyim, tam
anlamıyla bizim televizyonları tanıtır. Genelde, Amerikan
televizyonlarının kötü programlarının kötü taklitleriyle dolu
televizyonlarımız, bu programlara “yerli” yıldızlarımızın anlamsız
yaşamlarını sergiliyerek günü dolduruyorlar. Amerika’da bu tür
programlar genelde akşam yemeğinden önce gösterilir, Türkiye’de ise,
inadına bu programlar yemekten sonra.
Ekonomik kriz nedeniyle kıvranan halkımızın, “falan yıldızın çılgınca”
eğlendğini görünce neler düşündüğünü merak ederim. Uzun yıllar önce
bazı İran’lı arkadaşlar, İran fakirlik içindeyken Şah’ın St.
Tropez’den gelen kayak görüntülerinin kızgınlıkla karşılandığını
söylemişlerdi. Bizim halkımız da, kendilerine sunulan ve kendi
yaşamlarıyla hiç ilgisi olmayan bu tür programlara iyi niyetle bakmaya
devam edecek mi?
Gürültü: Gençliğimde “cadde üstünde” oturmak Türkiye’de modaydı. Fakat
şimdi cadde üstünde oturmak, nerdeyse sabaha kadar uyuyamamak
demektir. Yaz aylarında davul zurnalı düğünler gece yarısına kadar her
yeri titretir. Gece yarısından sonra belediyelerin çöp kamyonları,
davul zurnayla yarışırcasına saatlerce etrafı dolaşır. Zaten gecenin
her saatinde korna çalmayı bir milli görev sayan sürücülerimiz,
Türkiye’yi gürültü zenginliğinde dünyanın ileri ülkelerinin arasına
sokmuştur. Düğünler ve gece yarısından sonra başlayan belediye
servisleri bizi bu konuda, eminimki, dünya birincisi yapmıştır.
Dolayısıyla, bu sefer de Türkiye’deki ilk bir iki haftam, bu gürültüye
alışmak (kabullenmek) çabasıyla geçti. Her zaman olduğu gibi,
Amerika’ya geri döndüğümde bu sefer de mahallemin sessizliğine alışmam
bir hafta tuttu. Türkiye’nin gürültüsünü özlemiyorum desem yalan olur.
Türkiye’yi sevmek ve özlemek bir terazide olumluyla olumsuzu
karşılaştırmakla olmaz. Umudum, Türkiyenin, bizi ona bağlayan
güzelliklerinden büyük bir ödün vermeden modernleşmeye devam
etmesidir.
Yorum Eklemek İstiyorsanız, Lütfen
buraya tıklayınız..
Hicri Köroğlu
|