DİNLERİ PAZARLAMAK
Atmışlı yılların başında eğitim için Amerika’ya geldiğimde, medyada,
özellikle televizyonda, dine fazla ilgi yoktu. Kiliseler, gazetelere
pazar günü servisiyle ilgili paralı reklamlar verir, ulusal televizyon
şebekeleri de (o zamanlarda sayıları üçtü), pazar günlerinin erken
saatlerinde papazlara (bazen de hahamlara) vaaz için yarım saat
ayırırlardı. Koyu dindar, özellikle Hiristiyan olmayanlar, dinin
etkisinı pek fark etmezlerdi. Fakat 70’li yılların başında dini
liderler, kapitalist Amerika’da pazarlamanın önemini kavrayıp, hızla
ilerliyen kablolu televizyon teknolojisinin geniş kitlelere erişme
olanağına kavuştuktan sonra, din herkesin dikkatini çeken bir konu
olmuştu. Yetmişli yıllar, bir bakıma dinin sabun, deodrant, araba ve
diğer tüketici malları gibi pazarlanmasının başlangıcıydı.
O
yıllardan başlayarak dini “vakıfların” sayısı hızla artmış,
CBN-Christian Broadcasting Network (Hiristiyan Yayın Şebekesi),
EWTN-Eternal World Television Network (Ölümsüz Dünya Televizyon
Şebekesi) gibi kablolu televizyonlar kurulmuş ve o günlere kadar dinin
en büyük ve nerdeyse tek kitle pazarlayıcısı Billy Graham’a Jim
Bakker, Jimmy Swaggart, Pat Robertson ve daha birçok isimler
katılmıştı. (Televangelist sözcüğü o günlerde türemiştir.)
Başlangıçta ben dahil birçok kişi, bu gelişmelerle ancak skandal (ki
sık sık olurdu) çıkınca ilgilinirdik. Jim Bakker’in, örneğin,
sekreterine tecavüz etmesi sonucunda, dini pazarlayarak elde ettiği
250 miyon dolarlık geliri yitirmesini zevkle izlemiştik. Fakat
1976’daki Türkiye gezim bu gelişmeleri daha dikkatle izlemem
gerektiğini bana kanıtlamıştı.
O
gezimde yaptığım otobüs yolculuğunda, yanımda oturan ve İlahiyet
Fakültesi mezunu olduğunu söyleyen genç, Amerika’daki “dini
kardeşlerini” tanıyıp tanımadığını sormuştu. Bu gencin “İlahiyet
mezunu Müslümanların Amerika’da ne yaptıkları” sorusuna verdiği yanıt
sürprizdi. “İlahiyet mezunu gençler, Amerikan Hiristiyanlarının
dinlerini televizyonda nasıl pazarladıklarını öğrenmeye gittiler,”
demişti. Ondan sonra Türkiye’ye her gittiğimde İslam’ın televizyondan
nasıl yansıltıldığına dikkat etmeye, Amerika’daki din programlarıyla
ortak yönlerini aramaya başlamıştım. Başlangıçta bana pek benzerlik
görünmemişsede, Türkiye’de telvizyon şebekelerinin sayısında büyük
artıştan, ve Samanyulu, TGRT, Kanal 7 gibi televizyon kanallarının
kuruluşlarından sonra bu programların gittikçe aynılaştığını hayretle
gözlemlemiştim.
Bu benzerliğin birçok örnekleri gösterilebilir. Amerika’da alkolikler
örneğin, İsa’yı kabullendikten sonra alkol bağımlılığını yendiklerini
söylerler, Türkiye’de ise alkolikler aynı şeyi İslam’a dönerek
yaptıklarını söylerler. Bu programlarda Amerikan Hristiyanları, İsa
adına verdikleri zekatları, Tanrı’nın kat kat daha fazla
ödüllendirdiğini iddia ederler; Türkiye’de ise Müslümanlar, Tanrı’nın
aynı yüceliği, zekat veren Müslümanlara gösterdiğini belirtirler. Her
iki ülkede de, dine dönenler, mucizevi şekilde hastalıktan kurtulmuş,
dua ettiklerinden ölümden geri dönmüş, imtihanlar kazanmış, çocuk
sahibi olmuşlardır. Türkiye’deki dini programların sahne düzenleri
bile hemen hemen Amerika’kilerin kopyasıydılar. Amerika’daki
televizyon dizilerinde ve dini filimlerindeki iyi karakterler (yüksek
ahlaklı, evliya gibi temiz yürekli ve yakışıklı kahramanlar)
Hiristiyan, Türk televizyonlarında ise Müslümandı.
Bu büyük benzerliklere rağmen, Amerika’daki din pazarlamasıyla
Türkiye’deki din pazarlaması arasında bazı farklar vardır. Amerika’da
örneğin, televangelistler halktan direk para yardımı isterler ve bu
parayı kendi örgütlerine aktarırlar. Hapse girmeden önce,
televangelist Jim Bakker, yılda 250 milyon dolar ve başka bir
televangelist Jimmy Swaggert, bir genelev kadınıyla yakalanmadan önce,
yılda 200 milyon dolar para toplamıştı. Bir başka değişiklik te,
Amerika’dan alınan doğa programlarındaki “doğa” veya “evrim”
sözcüklerinin, Samanyolu ve TGRT gibi kanallarda “tanrı” veya
“yaratıcı” givi çevrilmesidir.Böylece Türkiye’deki din pazarlayıcıları
evrimi bile başarıyla dini propagandaya alet etmişlerdir.
Son yıllarda Türkiye Müslümanlarının başka bir Hiristiyan pazarlama
tekniğini, misyonerliği, kopya etmeye başladıklarını ilgiyle
izliyorum. Bu misyonerliği en iyi uygulayan ülke Amerikadır. Protestan
olan Amerikan evangeltisleri, misyonerliği Güney Amerika’nın Katolik
Hiristiyanlarına bile götürmeyi başlamışlardır. Öyleki, başını
Vatikan’ın çektiği Katolik kilisesi, çok sayıda mezhep değiştirmeye
başlayan Güney Amerikalıları, Katolik mezhebinde tutma yöntemleri
aramaya başlamıştır. Türkiye İslamında da gelişmekte olan ve esas
olarak Amerikan sistemine benzeyen “misyonerliğin” tam amacı nedir
bilemiyorum. Fakat bizim eyalete kadar da uzanan ve genelde Fethullah
Gülen kökenli Müslüman misyonerlerinin, her Türk’ü evinde ziyaret
etmeleri, bu amaçlarından birinin, Batı’da yaşayan Türklerin
Müslümanlığı terk etmelerini önlemek olduğunu sanıyorum.
Dinleri yayma veya misyonerlik yapmak, demokrasinin tanıdığı temel
haklar arasındadır. Türkiye ile Amerika arasında demokraside de bazı
farklar vardır. Amerika’da Her türlü pazarlama serbesttir. Örneğin,
tanıdığım bir bayan, “Cadı” inancının Minneapolis örgütünün başıydı ve
sık sık televizyona çıkıp “Cadı’lığın” iyiliğini ve doğallığını
anlatırdı. Budistler, Hindular, Müslümanlar, Yahudiler, Ateistler,
kısacası herkes düşündüğünü söyleme özgürlüğüne sahiptir.
Türkiye’de durum farklıdır. Geçenlerde Malatya’da İncil yayınlıyorlar
diye boğazları vahşice kesilenler düşünüldüğünde ve bu vahşetin
yarattığı korku göz önüne alındığında, düşünce özgürlüğü konusunda
demokrasiden henüz ne kadar uzak olduğumuz düşünülmez mi? Batı’nın en
dindar ülkesinin Amerika olmasının nedenlerini din pazarlamsında
görenler çoktur. Acaba Türkiye’de AKP’nin popülerliğiyle din
pazarlamasının bir ilişkisi var mıdır?
Yorum eklemek istiyorsanız, lütfen
buraya
tıklayınız...
Hicri Köroğlu