Hicri Köroğlu
Mesaj ve Tartışma Panosu
1962 yılında eğitim için Amerika’ya geldi.
Minessota (ABD) Ünersitesinden makine mühendisliği diplomasını aldıktan
sonra Californiya Üniversitesinde feza dinamiği üzerine ihtisas yaptı.
Otuzdört yıllık bir iş hayatından sonra, 2002 yılında bilgisayar teknoloji
müdürlüğü yaptığı şirketinden emekli oldu.
Editöre yanıt vermek veya
konu hakkında düşünce eklemek veya eksik olan bir bölümü tamamlamak için lütfen
Mesaj Panosu'nu kullanın.
|
|
İNANMAK ve BİLMEK
Başlangıçta bilmekle inanmak arasında
büyük bir fark yoktu. Görmek demek inanmak, inanmak demek bilmekti.
Atılan nesnenin yere geri düşeceği, güneşin doğuşu ve batışı,
yıldızların gökteki yerleri ve bunun gibi olaylar görünür ve
dolayısıyla bilinirlerdi. Güneş veya ayın tutulması, kasırga, zelzele
ve bu gibi “normal” olmayan doğa olayları ise inançlarla açıklanırdı.
Bu sistemde inançla bilim arasında fazla bir çelişki yoktu.
Binlerce yıl süregelen bu denge, iki-üç bin yıl önce sarsılmaya
başlamıştı. Hafif titremelerle başlayan bu sarsılma, gün geçtikçe ivme
kazanmış, ve kesin tarihi belli olmasa bile, sistem çökmüştür. Çöken
enkazdan, inanmak ve bilmek ikilisinden oluşan sistem iki ayrı nesne
olarak ortaya çıkmıştır: İnanç ve bilim. O oluşumdan sonra inançla
bilim bir çok defa çelişecek ve yüzlerce yıl bilim, insan belleğinde
inançların yerini alacaktır.
Bilimin başlangıçtaki bu başarısının en büyük nedenleri arasında,
bilimin açıkladığının herkesçe kavranilabilecek nesneler olduğudur.
Örneğin, küremizin güneş etrafında ve ayın da dünya etrafında döndüğü
herkesin anlayabileceği basit bir şekilde açıklanabilecek olaylardır.
Insanlığın bu “yeni” bilimsel açıklamaları benimsmelerinin en büyük
nedenleri arasında, bu açıklamaların insanlığın temel inançlarına
dokunmaması da sayılabilir.
Gün geçtikçe bilim ivme kazanmış ve 19. yüzyılın ikinci yarısından
sonra, anlaşılması gittikçe zorlaşan bilgiler sunmaya başlamıştır.
Temel bilim dalları bölünmeye başlamış, fakat daha önemlisi bilimle
inanç arasında uyumluluk arayan, birini öbürüyle açıklamaya çalışan
felsefenin yolu bilimden ayrılmıştır. 19. yüzyılın ikinci yarısından
sonra, Sir Francis Bacon veya Rene Descartes gibi hem bilimle ve hem
de felsefeyle uğraşanların sayısı büyük bir düşüşe geçmiştir. “Fiziğin
altın çağı” veya “fiziğin yarım asrı” diye adlandırılan 20. yüzyılın
ilk yarısından sonra, bilim, halkın anlayamayacağı çok karmaşık bir
nesne olmuştur. (Değil halkın anlaması, hata bazı fizikçilerin bile
Einstein’in teoremlerini tam anlamadığı savunulmuştur.) Eskiden fizik,
kimya ve biyoloji gibi temel dallardan oluşan bilim şimdi nerdeyse
sayılamayacak dallara bölünmüştür. Tıpta örneğin, kalbin elektrik
sistemi bile, ayrı bir bilim dalıdır. Hızla ilerleyen bilim, 20.
yüzyılın sonlarına doğru, her iki yılda bir insanlığın bilgi
hazinesini iki misli arttırmaya başlamıştır. Böylece bilim, bir bakıma
insanlıktan ayrılmış ve kendi başına yürümeye başlamıştır.
Öbür yandan inanç her zaman olduğu yerde kalmış ve benimsenmesi,
binlerce yıl önce olduğu gibi şimdi de, yüksek eğitim ve yüksek zeka
gerektirmemiştir.
İnancın sabit kalması ve bilimin hızla ilerlemesi, bilim inançla
çelişmediği sürece, büyük bir sorun yaratmamıştır. Fakat, evrim, ruhun
varlığı veya yokluğu, dini inançlarla çelişkiler (arkeolojiye göre
Musa, tarihçilere göre İbrahim efsanedir), ve gibi savlar, bilimle
inancı karşı karşıya getirmişlerdir. Bilimin ne dediğini anlamayan
insanlığın, temel inançlarını yerle bir edecek yeni bilimsel bulguları
kolaylıkla benimseyeceği düşünülemez.
Bilim kalesinin dışında kalan insanlığın, batıl olsada, inançlarına
sarılması doğaldır. Sosyologlara göre, inanç büyük diriliş içindedir.
Bence bunun en büyük nedeni, bilimin artık “normal” bir kişinin
açamayacağı karmaşık bir kutu gibi oluşudur. Evrim teoremini, ne
yaparsa yapsın anlamayacak birinin, “inanmıyorum” demesi çok daha
kolay, çok daha doğaldır. Uzun yıllar önce köy odasında benim bilimsel
açıklamalarımı (yağmur nasıl yağar, güneş nasıl tutulur, vs.) ilgiyle
dinleyen köylüler, evrim hakkında kendilerine sunduğum bilgilere
“saçma” diye karşı çıkıyorlar. Bu, bilmekle inanmak arasında
“demokratik” bir ortama geldiğinin bir belirtisidir. Genelde pekte
demokratik olmayan Avrupa’da da güçlenen bilim, gittikçe
demokratikleşen dünyada yerini inanca bırakmaktadır. Acaba
demokratikleşmek demek, inanmayla bilmeyi sandık başında milletin
oyuna sunmak mı demektir?
Son zamanlardaki gelişmelere bakılırsa bu sorunun yanıtı evettir. Son
Amerikan seçimlerinde Bush, Hiristiyan inancı olanların büyük
çoğunluğunu alarak tekrar seçilmiştir. Irak’ta Şiiler tasarlanan
seçimlerde kendi gibi inanların oylarıyla yönetimi ele geçirmeyi
planlamaktadır. İran zaten 25 yıldır Şiilerin denetimi altındadır.
Suudi Arabistan ise 70 yılı aşkındır, “Vahabi” ülkesidir.
Aydınlanma çağının başladığı Avrupa’da bilim henüz inanca
kaybetmemiştir. Fakat son yılların gelişmeleri inancın Avrupa’da da
çıkışa geçeceğini göstermektedir. İstatistikçilerin bulgularına göre
Gayri-Müslüm Avrupalıların düşük doğum oranı, nüfüslarının gittikçe
azalacağı ve sonunda Avrupa’da Hiristiyanların yok olacağıdır. Doğum
oranları çok yüksek olan Avrupa Müslümanları, şimdiden, başta Fransa
olmak üzere, bütün Avrupa ülkelerinde çoğunluğu elde edeceklerini
iddia etmektedirler. Bu iddialara karşı Hiristiyan Avrupa’nın, inanca
bağlı bazı önlemler almaya kalkması bence doğaldır. Böylece uzun
yıllardır sosyologların öne sürdüğü “inanç” kutuplaşması hemen hemen
bütün dünyayı kapsayacaktır.
Uzmanlara göre, bir tekrar olan insanlık tarihi, tekrar karanlık bir
çağa mı girecektir? Bundan yüzlerce yıl sonra, okullarda ikinci
“aydınlanma” dönemi mi anlatılacaktır?
Yorum eklemek istiyorsanız, lütfen
buraya tıklayınız....
Hicri Köroğlu
|